12 Aralık 2010 Pazar

BURSA ULUDAĞ

Uludağ, Bursa ili sınırları içinde, 2.543 m yüksekliği ile Türkiye'nin en büyük kış ve doğa sporları merkezi olan dağ. Uludağ; Marmara Bölgesinin en yüksek dağıdır. Kuzeybatı-güneydoğu doğrultusunda uzanan Uludağ'ın uzunluğu 40 km'yi bulur. Genişliği ise 15-20 km'dir. Toplu ve heybetli bir görünüşe sahip olan bu dağın Bursa'ya bakan yamaçları kademeli, güneye Orhaneli'ne bakan tarafları ise düz ve daha diktir. En yüksek noktası göller bölgesinde yer alan Uludağtepe'dir (2.543 m). Uzaktan Bursa'ya yaklaşılırken ve oteller bölgesinde görülen yüksek tepe genelde zirve olarak algılanır. Halbuki Zirve gibi görünen o tepenin ismi Keşiş Tepedir ve yüksekliği 2486 m'dir. Uludağ tepe ya da Karatepe (2543 m) Keşiş Tepenin 5 km güneydoğusunda yeralır. Dağın kuzey tarafında Sarıalan, Kirazlı, Kadı, Sobra yaylaları vardır.1933'te Uludağ’a bir otel, bir de muntazam şose yol yapılmış, böylece bu tarihten itibaren Uludağ kış kayak sporları için bir merkez haline gelmiştir. Düzenli otobüs seferlerinin başlaması da buraya ilgiyi daha da artırmıştır. Sonradan asfaltla kaplanan bu yol Uludağ'ın Kadıyayla hariç bütün yerleşim birimlerini doğrudan Bursa'ya bağlar. Uludağ modern dağ tesisleri,1963'te hizmete açılan Türkiye'nin ilk teleferiği, dördüncü büyük kent olan Bursa'nın hemen yanında olması ile dağ ve kış turizminin merkezi olmuştur. Uludağ Türkiye'nin en büyük kayak merkezidir. Yol durumunun uygunluğu,uzun kış mevsiminde (Ekim-Nisan arası) kar bulunması, eşsiz manzaraları buraya turist çekmektedir. Dağın doruk noktasından açık havada İstanbul, Marmara denizi ve civar yakın yerlerin görünmesi buraya ayrı bir özellik vermektedir. Doğu, kuzey eteklerinin Bursa Ovasına yakın yerlerinde sıcak su kaynaklarının bulunmasından burada kaplıcalar meydana gelmiştir

PERİ BACALARI

Vadi yamaçlarından inen sel suşarının ve rüzgarın, tüflerden oluşan yapıyı aşındırmasıyla "Peribacası" adı verilen ilginç oluşumlar ortaya çıkmıştır.
Sel sularının dik yamaçlarda kendine yol bulması, sert kayaların çatlamasına ve kopmasına neden olmuştur. Alt kısımlarda bulunan ve daha kolay aşınan malzemenin derin bir şekilde oyulması ile yamaç gerilemiş, böylece üsy kısımlarda yer alan şapka ile aşınmadan korunan konik biçimli gövdeler ortaya çıkmıştır.. Bu durum, peri bacalarının oluşumunda, rüzgar etkisinden çok yagmur sularının yüzeydeki akışının daha önemli oldugunu ortaya koymaktadır. Yağmur sularının bu denli etkili ve güçlü yüzey akıntısı olarak gelismesine ise en önemli etken bitki örtüsünün azlıgı ve tüflerin geçirimsiz olmasıdır.
Daha çok Paşabağı civarında bulunan şapkalı peribacaları konik gövdeli olup, tepe kısımlarında bir kaya bloku bulunmaktadır. Gövde tüf, tüffit ve volkan külünden oluşmuş kayaçtan; şapka kısmı ise lahar ve ignimbirit gibi sert kayaçlardan oluşmaktadır. Yani şapkayı oluşturan kaya türü, gövdeyi oluşturan kaya topluluğuna oranla daha dayanıklıdır. Bu peribacasının oluşumu için ilk koşuldur. Şapkadaki kayanın direncine bağlı olarak, peribacaları uzun veya kısa ömürlü olmaktadır. Ayrıca şapka kaya, zayıf tüfün erozyonunu geciktirerek peri bacalarının yüksekligini kontrol eder.
Peri bacalarının çapları ise 1 m ile 15 m arasında değişmektedir. Çatlak aralığının 1 m'den küçük olması veya 15 m'den büyük olması durumunda ise peri bacası gelişimi gözlenmemektedir.
Kapadokya Bölgesi'nde erozyonun oluşturduğu peribacası tipleri; şapkalı, konili, mantar biçimli, sütunlu ve sivri kayalardır. Peribacaları en yoğun şekilde Avanos - Uçhisar - Ürgüp üçgeni arasında kalan vadilerde, Ürgüp Şahinefendi arasındaki bölgede Nevşehir Çat kasabası civarında, Kayseri Soğanlı vadisinde ve Aksaray Selime köyü civarında bulunmaktadır. Peribacalarının dışında vadi yamaçlarında yağmur sularının oluşturduğu ilginç kıvrımlar bölgeye ayrı bir özellik katmaktadır. Bazı yamaçlarda görülen renk armonisi lav tabakalarının ısı farkından dolayıdır. Bu oluşumlar Uçhisar, Çavuşin, Güllüdere, Göreme, Meskendir, Ortahisar Kızılçukur ve Pancarlı vadilerinde gözlenir.


11 Aralık 2010 Cumartesi

PAMUKKALE TRAVERTENLERİ

Traverten sözcüğü, İtalya´da geniş traverten çökellerinin bulunduğu Tivoli´nin, Roma zamanındaki adı olan “Tivertino”dan gelmektedir. Traverten çok yönlü, çeşitli nedenlere ve ortamlara bağlı, kimyasal reaksiyon sonucu çökelme ile oluşan bir kayadır.

Pamukkale termal kaynağını meydana getiren jeolojik olaylar geniş bir bölgeyi   etkilemiştir.

Bu bölgede sıcaklıkları 35-100 C° arasında değişen 17 sıcak su alanı bulunmaktadır. Pamukkale termal kaynağı, bölge potansiyeli içinde yer alan bir ünitedir. Kaynak, antik devirlerden beri kullanılmaktadır. Termal su kaynaktan çıktıktan sonra, 320 m. uzunluğunda bir kanal ile traverten başına gelmekte ve buradan, 60-70 m.lik kısmı çökelmenin olduğu traverten katmanlarına dökülmekte ve ortalama 240-300 m. yol katetmektedir.

Katmanlı havuzcuklarda ve katkat seddelerinde, çökelmekte olan kalsiyum karbonat, başlangıçta yumuşak bir jel halindedir. Zaman içinde sertleşmekte ve “traverten” olmaktadır. Ancak ziyaretçiler tarafından katmanlar üzerinde gezilmesi ve oynanması, henüz yumuşak haldeki kalsiyum karbonatların ezilmesine, dağılmasına ve çökelme dengesinin bozulmasına       sebep       olmaktadır.

Denizli´nin turistik önemi travertenleriyle ünlü Pamukkale´den geliyor. Çoğu pamuk dağına benzeyen beyazlıkta, bir kısmı da ebem kuşağı gibi rengarenk travertenler Çaldağ´ın güney yamacından çıkan ve kalsiyum oksit içeren ırmağın sularıyla oluşmaktadır. Sudaki karbondioksit uçuyor ve geriye kalsiyum kalıyor. Güneş ışığının da etkisiyle beyazlama oluşuyor.

Testi ve benzeri şeyleri suya atarak üzerinin kaplanmasını sağlayan çevre sakinleri bunları turistlere satmaktadır. Pamukkale sadece ender görülen bu özelliği ile değil aynı zamanda şifalı kaplıca özelliği ile de ilgi çekmektedir. Çok eski çağlardan beri kaplıca olarak değerlendirildiği bilinmektedir. Bir çok hastalığa yararlı olan termal suların en çok güzelleştirici etkisi ilgi çekiyor. Bu özelliği de eski çağlardan beri biliniyor.

Eşsiz travertenleri oluşturan ve şifa veren suların iyi kullanılmaması bu doğa harikası için tehlike çanları çalmasına neden oluyordu. Son yıllarda alınan önlemlerle travertenler yeniden eski beyazlığına başladı. Yazın serin, kışın ılık olan ve termal olarak yararlanılan suyun, travertenlerin yanında tarihsel        zenginliği de   büyük   Pamukkale´nin.

Vücut ısısındaki su, artık sadece travertenlere veriliyor. Tepedeki turistik tesisler yıkıldı ve kirlilik yaratan nedenlerden biri ortadan kalktı. Düne kadar travertenler üzerinde yürünebiliyor, traverten havuzlara girilebiliyordu. Şimdi buna da izin verilmiyor, ancak vadinin alt kesiminde yapay olarak oluşturulan nispeten büyük havuzlara girilebiliyor. Her şey bu doğa harikasının korunabilmesi ve gelecek nesillere tahrip olmadan ulaştırılabilmesi için.

ÇANAKKALE

Çanakkale, Cumhuriyetin ilk yıllarında Biga ve Gelibolu sancaklarının kaldırılması ve her ikisinin ortasında bulunan Çanak köyününün il ilan edilmesiyle meydana gelmiştir. 1927 Nüfus sayımında Çanakkale'ninMerkez Nüfusu sadece 8.500 kişi idi.. Eski çağlarda, Hellespontos ve Dardanelles olarak da adlandırılan ilde 3000 yıldan beri yerleşim olduğu bilinmektedir. Bugün bile kalıntıları bulunan Truva (Troia, Troy) Antik kenti M.Ö 2500 yılında büyük bir depremle yıkılmış ve bölge uzun yıllar Lidya'lılarca yönetilmiştir. Millattan önce 336 yılında bölgede en önemli güç hâline gelen Pers İmparatorluğu Helenizm'i tüm dünyaya yaymak amacındaki Büyük İskender Granikos Çayı (Biga Çayı) kıyılarında büyük bir bozguna uğratılmıştır. Osmanlı Devleti döneminde de Karesioğulları Beyliğinin yıkılması ile ilin bugünkü topraklarının büyük bir bölümü ele geçirilmiş, Bizans'a yardım karşılığı ödül olarak alınan Gelibolu'daki kaleler sayesinde ilin fethi daha da kolaylaşmış ve Boğazlar ile birlikte kontrol Osmanlı Devleti'ne geçmiştir.
Çanakkale ilinin topraklarının bütününe bakıldığında, üzerinde kurulmuş olduğu yarımada Biga Yarımadası olarak adlandırılır. İl içindeki en kayda değer yükselti Biga Dağları'dır. Biga adının bu denli çok kullanımının sebebi, Cumhuriyet döneminden önce , Osmanlı idarî sisteminde Sancak'ın Biga ilçesi olmasıdır. Yani ilin eski merkezi Biga olup, Cumhuriyet döneminde, kazanılmış olan başarılardan dolayı ilin ismi ve merkezi Çanakkale olarak değiştirilmiştir. İlin isminin kökeni yörede çok gelişmiş olan çanak - çömlek zanaatine dayanır. Şehrin iki simgesi hâline gelen Kale-i Sultaniye ile çanakçılık özdeşleşince de şehir Çanakkale olarak adlandırıldı.

SULTAN AHMET CAMİİ

Sultan Ahmet Camii, 1609-1616 yılları arasında sultan I. Ahmet tarafından İstanbul'daki tarihî yarımadada, Mimar Sedefkâr Mehmet Ağa'ya yaptırılmıştır.[1] Cami Mavi, yeşil ve beyaz renkli İznik çinileriyle bezendiği için ve yarım kubbeleri ve büyük kubbesinin içi de gene mavi ağırlıklı kalem işleri ile süslendiği için Avrupalılarca "Mavi Cami (Blue Mosque)" olarak adlandırılır. Ayasofya'nın 1934 yılında camiden müzeye dönüştürülmesiyle, İstanbul'un ana camii konumuna ulaşmıştır.
Aslında Sultan Ahmet Camii külliyesiyle birlikte, İstanbul’daki en büyük yapı komplekslerinden biridir. Bu külliye bir cami, medreseler, hünkar kasrı, arasta, dükkânlar, hamam, çeşme, sebiller, türbe, darüşşifa, sıbyan mektebi, imarethane ve kiralık odalardan oluşmaktadır. Bu yapıların bir kısmı günümüze ulaşamamıştır.
Yapının mimari ve sanatsal açıdan dikkate sayan en önemli yanı, 20.000'i aşkın İznik çinisiyle bezenmesidir.[2] Bu çinilerin süslemelerinde sarı ve mavi tonlardaki geleneksel bitki motifleri kullanılmış, yapıyı sadece bir ibadethane olmaktan öteye taşımıştır. Caminin ibadethane bölümü 64 x 72 metre boyutlarındadır. 43 metre yüksekliğindeki merkezi kubbesinin çapı 23,5 metredir. Caminin içi 200'den fazla renkli cam ile aydınlatılmıştır.[3] Yazıları Diyarbakırlı Seyyid Kasım Gubarî tarafından yazılmıştır. Çevresindeki yapılarla birlikte bir külliye oluşturur ve Sultanahmet, Türkiye'nin altı minareli ilk camiidir.

SİVAS ULU CAMİİ

Ulu Camii ve Darüşşifası, Selçuklu döneminde Mengüçlü Beyliğinden Ahmet Şah ve Melike Turan tarafından başkentleri Sivas, Divriği'de cami ile darüşşifa (hastane) yaptırılmıştır. Yapım tarihi 1228-1229'dur. Caminin yapımında mimar ve sanatkar olarak Ahlatlı Hürremşah ve Tiflisli Ahmet çalışmıştır.Ulucami'nin vakfiyesi 5 Temmuz 1243 tarihini taşımaktadır. Evliya Çelebi şöyle diyor: "Üstad.., mermer, bu camiye öyle emek sarf edip, kapı ve duvarları öyle nakş bukalemun eylemiş ki, methinde diller kısır, kalem kırıktır..."
Divriği Ulu Camii Mengücüklüler döneminden kalma (1228–29) Ahmet Şah’ın hanımı Melike Turan Melik tarafından yaptırılmış, hamam, şifahane ve camiden oluşan Anadolu’nun en eski külliyesidir. Mimarı Ahlatlı Hürrem Şah’tır. Darüşşifa camiin güney duvarına dayanmıştır. Orta bölümü bir ışıklık kubbesi ile örtülmüştür, giriş ile birlikte dört eyvandan oluşur. Darüşşifanın kuzeydoğu köşesinde türbe yer alır.
Harim mihraba dik 5 sahından oluşur. Orta sahın diğerlerinden geniştir. Burada yer alan dilimli mihrap önü kubbesi dıştan kümbete benzeyen piramit bir örtü ile örtülmüş ve dışarıdan da camiye hakim bir hale getirilmiştir. Orta sahında bir ışıklık yer alır. Işıklık kubbesine geçişte yelpaze biçimli Türk üçgenleri kullanılmıştır. Camide sahınların hepsi birbirinden farklı yıldız tonozlarla örtülmüştür. Bu camide hem Selçukluların avlulu plan tipi, hem de Emevi plan tipini bir arada görmek mümkündür.
Plan tipi ve süsleme olarak benzeri olmayan bir eserdir. Aralarında üslup birliği olmayan üç portalin de süslemeleri farklıdır. İki başlı kartal motifini de içeren süslemeler son derece taşkın ve barok karakterlidir. Batı portalinde Alaaddin Keykubad’ın arması olan çift başlı kartal ile Ahmet Şahın arması doğan motifi bulunur.
Bugün kirişleme izleri kalmış olan ahşap hünkar mahfili Anadolu’daki en erken örnektir. Abanoz ağacından minber, kabartma sülus yazı kuşakları ve yıldız motifleri ile muhteşemdir. Yapının taşkın barok karakterli ve iri palmetlerle bezeli mihrabı ise benzersizdir. .
Ulucami ve darüşşifa Unesco nun Türkiyeden Dünya Mirasına kabul ettiği ilk mimari yapıdır.

SAFRANBOLU-KARABÜK

Safranbolu, Karabük ilinin en büyük ve gelişmiş ilçesidir. Konumu Ankara'nın 220 km kuzeyinde ve Karadeniz'in 90 km güneyindedir. Karabük ilçe merkezinin de 8 km [2] kuzeyinde bulunmaktadır. Safranbolu şehir merkezi ile Karabük il merkezi bitişiktir.
Ev örneklerine, Beypazarı, Göynük, Taraklı, Odunpazarı gibi Türkiye'nin birçok yerinde rastlanan Klasik Osmanlı kent mimarisini yansıtan tarihî Safranbolu evleri ile ünlü olan şehir, bu özelliği sayesinde 17 Aralık 1994 tarihinden beri Türkiye'de Dünya Miras Listesi'nde yer alan 9 kültürel varlıktan biridir ve turistik ilgi çekmektedir.[3] Safranbolu ismini, bölgede yetişen ve nadir bir bitki olan safrandan alır.
Safranbolu coğrafi konumu nedeniyle tarih boyunca idari ve ticari bir merkez olmuştur. 2009 adrese dayalı nüfus sayımına göre nüfusu 51.088'dir.
Tarihte Paflagonya olarak adlandırılan bölgede bulunur ve birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Türkler tarafından kesin olarak alınışı 1196 yılındadır. Osmanlı zamanında 17. yüzyılda İstanbul-Sinop yolu üzerinde olması nedeniyle tarihteki en önemli dönemini yaşamıştır.
2002'de kurulan Zonguldak Karaelmas Üniversitesi'ne bağlı Fethi Toker Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi ve Safranbolu Meslek Yüksek Okulu bulunmaktadır. Şu anda ise bu fakülteler Karabük Üniversitesi'ne bağlıdır.

AYASOFYA

Doğu Roma (Bizans) imparatoru Iustinianos'un iradesi ile, beş yıl gibi çok kısa bir süre içersinde inşa edildikten sonra 27 Aralık 537 günü kutsanarak açılışı yapılan Hagia Sophia Kilisesi, 2003 yılının 27 Aralık'ında 1466. yaşını tamamladı. "Kutsal Bilgelik"e ithaf edilen bu kilise, 916 yıl boyunca Bizans İmparatorluğu'nun prestij yapısı ve Ortodoks dünyasının merkezi olmuş, kısaca "Büyük Kilise" (Megale Ekklesia) olarak anılmış; 481 yıl boyunca İslam dünyasının ve Osmanlı İmparatorluğu'nun gözbebeği, sultanların "Büyük Cami"si (Cami-i Kebir) olarak kullanılmış; ve 69 yıldır da Türkiye Cumhuriyeti'nin en önemli 'müze-yapı'sı olarak dünyanın her tarafından gelen ziyaretçilerin hayranlığını kazanmaya devam etmektedir. Ayasofya, her dönemde bu kenti ziyaret edenleri en fazla etkileyen şey olmuş insanları adeta büyülemiş, gerek Bizans döneminde, gerekse Türk döneminde benzer biçimde efsanelere  konu  olmuştur.
Ayasofya, her şeyden önce boyutlarıyla ve mimari kuruluşuyla etkileyicidir. Gerçi Bizans'ın erken devirlerinde kapladığı alan bakımından Ayasofya'dan büyük bazilikal planlı kiliseler vardır, ancak bunlar üç nefe bölünmüş uzun bir salona benzerler; o günün dünyasında hiçbir bazilika Ayasofya'nın kubbesinin boyutunda bir kubbe ile örtülü değildi ve böylesine bütünlüklü bir iç mekâna sahip değildi. Daha büyük bir kubbe ise Roma kentinde, Pantheon'da vardı ama silindir biçimli çok kalın bir duvara oturan kubbe, sadece 'büyüktü. Ayasofya'nın dört büyük paye ile taşınan kubbesi, Pantheon'un kubbesinden daha küçük olsa da, yarım kubbeler, tonozlar ve kemerlerden oluşan sofistike bir sistem ile çok daha geniş bir alanı örtmekte, çok daha etkileyici bir iç mekân yaratmaktadır. Sürekli taşıyıcı olarak beden duvarına oturan bir kubbeyle karşılaştırıldığında da, yalnızca dört tek taşıyıcıya oturan bu boyutta bir kubbe, tasarım, teknik ve estetik anlamda bir devrim niteliğindedir. Ayasofya'da bir bazilika, kubbe ile örtülmüştür. Bu yeni bir düşünce değildir; Ayasofya'nın çağdaşı olan kubbeli bazilikalar Bizans dünyasında vardır ama bunlar boyut, teknik ve yarattıkları etki bakımından Ayasofya ile kıyaslanamaz. Kubbeli bazilikaların en büyük ve etkili olanlarından biri olan İstanbul Saraçhane'deki Polyeuktos Kilisesi'nde kubbe, doğrudan büyük bir bazilikanın ortasına oturtulmuştur ve iç mekânın üçte birini örtmektedir. Bu yapının, üzerine kubbe konulmuş bir bazilika olduğu hissedilir, çünkü kubbe iç mekânın tamamına egemen değildir. Ayasofya'nın kubbesi, orta nefin yarısını örtüyorsa da, iki yarım kubbe ile öyle bir tamamlanmıştır ki, yapının içine girildiğinde bütün iç mekâna egemen olan bir kubbe algılanır. Bazilika ise tamamen 'gizlenmiştir. Bu dahice mimari tasarım, yapıyı eşsiz ve etkileyici kılan unsurdur. "Gökyüzünde asılıymış gibi duran" kubbeden akan ışık selinin bütün duvarları kaplayan mozaik üzerindeki ışık oyunları, olağanüstü mimari kuruluş ile birlikte etkileyici bir atmosfer yaratmaktadır. Ayasofya'nın ziyaretçilerinde iz bırakan, efsaneleşen yanı, tek kubbenin altında bütünleşen, entellektüel bir mimari zekâ ile kurgulanmış çok geniş bir iç mekân ve onun büyüleyici atmosferi olmuştur.
Ama, Ayasofya etkileyici bir yapı olmanın ötesinde bir anlam taşır. Gerçekte bu anlam ve onu güçlendiren xetki', onu yaptıran imparatorun bilinçli bir seçimidir. Merkezi kubbe kavramının, Roma dünyası mimarlık ikonografisinde, imparatorluk ideolojisinin sembolü olarak kullanıldığı tekrarlanan bir gerçektir. Antik Roma'da Pantheon, bu ideolojik mesajı kitlelere ilan eden yapıydı. Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkenti olan (Yeni Roma) Konstantinopolis'e de, -gerçek işlevinin ötesinde- Pantheon'un imparatorluk sembolizmini taşıyacak nitelikte bir yapı gerekliydi. Yine de Ayasofya salt böyle bir gereksinime yanıt veren, güçlü bir imparatorun yaptırdığı büyük bir yapı değildir. O, aynı zamanda "dünyanın yeni merkezini" de işaret etmektedir. Ayasofya'nın yapılması, Iustinianos'un bütün Akdeniz'i ya da o günün bütün dünyasını- yeniden Roma İmparatorluğu altında birleştirme girişimi ile örtüşmektedir ve bu vizyonunun mimarlık alanındaki bir yankısıdır. Yapı, büyük bir iddianın somutlaşmasıdır; boyutlarının ötesinde biçimi de bu iddiaya göre şekillenmiştir. Yeni "Pax Romanum", bütün dünyayı sancağı altında bütünleştirmekle kalmayacak, tek din altında da toplayacaktır; çünkü o aynı zamanda bir Hıristiyan imparatorluğudur da. Tek Tanrı, tek din, tek imparatorluk ve tek imparator; yeni Pax Romanum'un dünyaya sunduğu formüldür. Bu düşünce, Ayasofya'nın görülmemiş büyüklükteki iç mekânını altında bütünleştiren kubbede cisimleşmekte, bu yapıya giren -hatta uzaktan, kent surları dışından gören- herkes tarafından en şiddetli biçimde duyumsanmakta, bir mesaj olarak herkese taşınmaktadır. Her döneminde yapıyı ziyaret edenlerin anlattıkları izlenimler, bunun en önemli kanıtını oluşturmaktadır.

Ayasofya, bulunduğu kent ile bir bakıma özdeşleşmiştir. Bizans döneminde, bu büyük imparatorluk kilisesi, Hıristiyanlaşan Roma İmparatorluğu'nun (Bizans) başkenti Konstantinopolis'i, hem imparatorluğun hem de Hıristiyan dünyasının merkezi olarak, bütün dünyaya ilan etmektedir. Aynı işlevi, kentin İslam döneminde de sürdürmüştür Ayasofya: İstanbul, İslam dünyasının ve onu yöneten Osmanlı İmparatorluğu'nun merkezidir. Tekrarlanamaz ve aşılamaz olan bu yapı, bu gerçeğin tanrısal bir irade aracılığıyla tescilidir. Gerçekten de Ayasofya, hem Bizans kaynaklarında hem de Osmanlı kaynaklarında "tanrısal irade"nin tecellisi olarak algılanmıştır. GençTürkiye Cumhuriyeti ise yapının bu niteliklerini doğru olarak kavramış ve onu en uygun işlevle, bir müze olarak bütün insanlığın yararlanmasına açmıştır. Ayasofya'nın bulunduğu kentte yaşayanlar olarak kendimizi mutlu ve ayrıcalıklı hissediyoruz.

SÜMELA MANASTIRI

Maçka’nın 17 km. güneyinde Altındere köyü’nde, Meryemana (Panagia) deresinin batı yanında, Mela Dağı’nın deniz seviyesinden 1,150 m. yükseklikteki kayaları oyarak ve doğal mağaralardanda faydalanılarak yapılmış manastırın adı “Sümela”, Rumca karanlık, siyah anlamına gelen “melas” kelimesinden gelmektedir.
Karadenizli hristiyan Rum’lar Mela dağındaki mucizevi Panagia ikonundan bir şey diledikleri zaman "stou mela" derlermiş, bu zamanla Sumela'ya dönüşmüş. Bu da ikona neden Panagia Soumela denildiğini açıklamaktadır. Bu yüzden manastıra “Karadağın (Mela dağının) bakiresi”de denilmektedir. Atinalı Barnabas ile Sophroinos adlı iki keşiş rüyalarında, Hz. İsa’nın öğrencilerinden Evangelist St. Lukas’ın yaptığı üç Panagia ikonundan , Meryemin İsayı kollarında tuttuğu ikon Evangelist St. Luke'un yaptığı üç Panagia (Meryemana) ikonundan , Meryemin bebek İsa’yı kollarında tuttuğu ikonun bulunduğu yer olan Sümela'nın yerini birbirinden habersiz ayrı ayrı yerlerde görmüşler, deniz yoluyla Trabzon'a gelmişler ve gördükleri rüyaları birbirlerine anlatmışlardır (Bunlardan biriside Kıbrıstaki Kykko manastırındadır). Bundan sonra rüyalarında gördükleri bu yeri aramışlar ve en sonunda Maçka Altındere vadi’sinde, Karadağın 300 m. yüksekliğindeki sarp yamacında buldukları mağarada karar kılmışlardır. Mela dağının sarp kayalığında, bu küçük mağaranın, yüzyıllar boyunca, kayaların sabırla oyularak büyütülmesi ile bugün gördüğümüz kartal yuvasına benzeyen manastır ortaya çıkmıştır. Yapımına ne zaman başlandığı kesin olark belli olmamakla beraber M.S. 375-395 yılları arasında, Anadoludaki sayısız örneği gibi Kapadokya stili inşa edildiği sanılmaktadır. Kilisenin kuruluşundan itibaren yaklaşık 1.000 yıllık tarihi karanlıktır. Manstırı ancak Trabzon İmpartorluğu döneminden sonra incelemek mümkündür. Trabzon İmparatoru, Büyük Komnenoslarından 3. Alexios (1349-1390) bu manastırın esas kurucusu olduğunu fresklerde ön plana çıkartılmasından anlıyoruz. 3. Alexios burasını yeni bir tesis halinde inşa ettirerek, 17 m. yüksekliğinde, 40 m. uzunluğunda, 14m genişliğinde 72 odalı bir tesis yaptırmıştır. İmparator 3. Alexios 1361 yılında bir güneş tutulmasını burada karşılamıştır. Horuluoğlu’nun “Bu prensin sikkelerinde güneş resmi bu olayla ilişkili kabul edilmektedir” yorumuna katılmıyorum. Aynı güneş simgesi Pontus İmparatoru “Mithridates” in bin yıl önceki sikkelerinde de görülmekte olup “Mithra” Işık tanrısına ait eski bir kültün izidir.
1365 tarihli vakfiyesi ilede manastırın bütün idaresini arazisini, gelirlerini düzene koymuştur. Sümela 14.yüzyıldan sonra stratejik bir öneme haiz olmuştur. Herhangi bir düşman saldırısında burası ileri karakolu vazifesini görmüştür.
Etrafındaki kiliselerle daimi temas halinde olmuş, meşalelerle Trabzon'u saldırılardan haberdar etmişti. Ve Trabzon Krallarının iktidarlarında rol oynamıştır. 3. Alexios'un oğlu 3. Manuel (1390-1417) tahta çıktığı yıl, saray hazinesinde bulunan bir stavroteği (içinde İsa'nın çarmığının bulunduğu bir parçası bulunduğu iddia edilen değerli haç) Sümela'ya hediye etmiştir.
Trabzon'u Türkler aldıktan sonra, Osmanlı Sultanları bu manastır ve manastırın haklarına dokunmamışlardır. Hatta Yavuz 1. Selim (1512-1520) Trabzonda ki şehzadeliği zamanında iki büyük mumu buraya hediye etmiştir. Ayrıca Sultan Mehmed'in bir fermanı, 2.Beyazıd, 1.Selim, 2.Selim, 3.Murad, İbrahim, 4.Mehmed, 2.Süleyman ve 3. Ahmed'in fermanlarıda bulunmaktadır. Sümela bilhassa18. yüzyılda Voyvodaların himayesğinde gelişmiş ve bir çok kısımları yeniden tamir ettirilmiş, İgnastios adında bir papaz 1749 duvarlarının bütün satıhlarını yeniden fresko ile süsletmiştir. Trabzon'un 18 Nisan 1916’dan 24 Şubat 1918 e kadar süren Rus işgali sırasında, Pontos Krallığının yeniden ihyası için el altından yapılan teşkilatlanma da burası üs olarak kullanılmaktadır. Bu dönemde Rus araştırmacı Upjenski manastırda inceleme yapmıştır.
1910 yıllarında 100 civarında keşişi barındıran manastırda ülkedeki politik şartlar değişince 1922 yılında papazlar kutsal ikonu bazı kıymetli eşyalar ile birlikte manastırın 400 metre uzağındaki Agia Barbara adlı küçük kiliseye saklamışlar ve 1923’de mübadele ile Yunanistana gitmişlerdir. 15 Ağustos 1931 yılında Kalatvryta'daki Megalo Spileoda Panagia kiliseside katılanların çoğunun Pontoslu Rum olduğu bir dini kutlama yapılıyormuş. Tören bittikten sonra, Anadoludayken Ordu piskoposu olan, o anda ise Xanti (Gümülcine) piskoposu Polycarpos Psomiades , Venizelos'a St.Luke (Lukas) ikonunu Karadeniz’de nasıl ve nereye gömdüklerinin hikayesini anlatmış.
Bir süre sonra Türkiye başbakanı İsmet İnönü, Eylül 1931 yılında Atinaya Balkan Oyunları için gelince, Venizelos ona bir Rum papazı karadenize gönderip gömülü ikonu çıkarmak için iznin istemiştir. Venizelos piskopos Chrysantos ve yanında bir papazı görevlendirir. Hrisantos, Ambrossios adlı papazı seçer. Ambrossios Makedonyaya gider ve ikonu gömem papazı (İremias) bulur. Ambrossios ile 22 kasım 1921 de resmi görevle yola çıkarlar. İstanbulda,Türkçe bilen Alexander Vasiliou'yu bulurlar ve onun kılavuzluğunda bir gemiyle Trabzoona giderler. Trabzonda polis ve asker eşliğinde Agia Barbara şapeline gidip, gömülü ikon ve diğer eşyaları bulup onları Atinadaki Bizans müzesine teslim ederler.
Ağustos 1951 yılında Veria'daki “Kastania”da yeni bir Panagia Sumela inşa edilir. Bir yıl sonra (Ağustos 1952) yılında ise ikon Atinadaki Bizans müzesinden alınıp manastıra getirilir. Sümela'nın mucize ikonundan başka Trabzon İmparatoru Emmanuel Komnenos'un kutsal haçı ve Oisios Christoforos'un el yazmalarıda (M.S. 644) manastıra getirilir.
Sümela manastırına Ormanın içinden normal bir yürüyüşle yarım saatte ulaşılabilinir. Seksensekiz basamaklı bir merdiveni geçerek girilen manastırın girişinde sağ taraffta "Sümela kitaplığı" yazılı kütüphanesi bulunmaktadır. Ayazma (agiasma) ise girişin sol tarafında kutsal ve içilebilecek temizlikte su olup 100 metre yükseklikteki kayalıktan damlamaktadır. Evvelce çatısı ahşap olduğu anlaşılan bu bina, binlerce kitabı muhafaza etmekteydi. Burada ceylan derisi üzerine yazılmış çok güzel ve değerli incil ile yine ceylan derisi üzerine yazılmış 17 kitap mevcuttu. Bu kitaplar cilt ve yazarlarıyla belliydiler. Ayrıca İstanbulun fethine kadar Bizans İmparatorluğunun ve Pontos İmparatoru David ile Osmanlı padişahının yazdıkları çeşitli ferman ve beratlar bulunmaktaydılar. 18.yüzyıldaki bir yangın sonucu çoğu kitap ve değerli vesikalar yanmış, kurtarılanların bir kısmı muhafaz edilmiş, bir kısmı kaybolmuştur.

TRABZON UZUNGÖL

Uzungöl bir köy, yayla ve eğlence yeridir. Turistik pansiyonları, alabalık lokantaları, küçük resort tipi otelleri ve doğal manzarası ile, az bulunur güzellikte gezi ve konaklama yeridir. Uzungöl doğal manzara izleme, yürüme, tırmanma ve botanik (bitki örtüsü incelemeleri) turizmine uygun bir yerdir. Uzungöl’ de, bir vadi içinden akan temiz, berrak sulu bir dere, dar ve uzun küçük bir göle dökülür ve oradan taşarak akar ve Of kasabasından denize ulaşmak üzere Solaklı deresine (çayına) katılır. Bu temiz ve berrak sulu dere ve oluşturduğu göl karaçam ve diğer Karadeniz dağ ağaçlarından oluşan ormanla çevrilidir. Uzungöl’ ün bulunduğu bölge dama bulutludur. Gökyüzünün mavisi, güneş, bembeyaz bulut, yemyeşil orman ve berrak sudan oluşan manzara insanın iştahını açar. O nedenle Uzungöl’ de yenen alabalık daha lezzetlidir. Üstelik, alışılagelmiş turistik tesis tarifelerine kıyasla, Uzungöl’ deki lokanta (emek) ve konaklama ücretleri düşüktür. (Hava yazın güneşliyken dahi serindir. Buna dikkat edin!)
Uzungöl doğal parkını ziyaret etmek istiyorsanız, Trabzon ilinin Of ilçesinden, 38 km güneyde ve yukarıda olduğunu belirtelim. OF’ a geldikten sonra, Solaklı deresinin batı kenarından geçen, Çaykara, Dernekpazarı, Uzungöl yazılı trafik tabelasıyla işaretmiş yolu takip ederek Uzungöl’ e gidebilirsiniz. Uzungöl Çaykara kasabasından hemen yukarıda ve deniz seviyesinden yaklaşık 1000 metre yüksekliktedir. Uzungöl’ e giden yol daima solaklı deresinin vadisini takip eder ve yolun etrafında tipik Karadeniz iklimine göre bitki örtüsü ve buraya insanlar nasıl ev yapmışlar, nasıl oturuyorlar dedirten en az bir kaç yüz metre yukarıda yamaçlarda küçük köyler (her cami bir köy kabul edersek yamaçlarda çok sayıda köy) ve yol seviyesinden evlere mal taşımak için kullanılan küçük teleferik benzeri çelik halatlı hatlar görebilirsiniz
Uzungöl’e günübirlik gidip, akşama Of yada Trabzon’a geri dönebileceğiniz gibi, oradaki otel ve pansiyonlarda da konaklayabilirsiniz. Uzungöl’ den yukarıya, Soğanlı Dağı’na veya Sultan Murat Yaylası’na devam edebilirsiniz. Anayol olmamakla birlikte, Çaykara’dan yukarıya doğru giden yol, Bayburt’a bağlanır. Maceracı iseniz, Uzungöl’ den Bayburt istikametine devam edebilirsiniz.
Trabzon’a 99 km ve Çaykara ilçesine 19 km uzaklıkta, deniz seviyesinden 1090 m yükseklikte bulunan Uzungöl, dik yamaçları ve muhteşem orman örtüsü ile Alplerin güzelliğini geride bırakmaktadır. Vadinin ortasında bulunan ve yamaçlardan düşen kayaların Haldizen deresinin önünü kapatmasıyla oluşmuş göl, “Uzungöl” olarak bilinir ve çevreye aynı ad verilmiştir. Özellikle yakınındaki “Şerah” köyünün yöreye uygun tarzda yapılmış eski ahşap evler, doğanın güzelliğini tamamlar özelliktedir.
Yerli ve yabancı turistlerin büyük ilgisini çeken Uzungöl, sahip olduğu turistik potansiyeli bakımından çok zengindir.Çevrede trekking, kuş gözlem, botanik amaçlı turların yanı sıra daha yükseklerdeki dağların arasındaki göllere veya yakınlardaki Şekersu, Demirkapı, Yaylaönü gibi diğer yaylalara geziler düzenleme olanağı vardır.Yaban hayatı bakımından Uzungöl çevresindeki dağlarda ayı, kurt, yaban keçisi, tilki, kafkas dağ horozu gibi çeşitli hayvan türleri barınmaktadır.
Haldizen deresi vadisinde, heyelan sonucu dere yatağının tabii baraj şeklinde kapanması sonucu oluşan göl, çevresindeki ladin ormanları ile çekici bir peyzaj sergiler, Göl kıyısında yer alan Uzungöl yerleşmesi belediye teşkilatına sahip olup, alt yapı çalışmaları devam etmektedir.
Trabzon’dan ulaşım, Çaykara’ya kadar 76 km, asfalt ve sonra da 19 km lik stabilize yol ile sağlanmaktadır. Çaykara·Uzungöl yol bağlantısının islah edilmesi gerekmektedir. Gölün su sathı, mevsiminde gelen su miktarı ile bağımlı olarak cüzi farklılıklar gösterir ise de, genelde boyu 1000 metre, eni 500 metre, derinliği ise 15 metre civarındadır. Gölde alabalık yaşamaktadır. Halen gölün güneyinde, Haldizen deresi yanında yer alan özel sektör tarafından yapılmış otel ve restauantlar var. Uzungöl’e yaklaşık 10 ile 20 km mesafede dağların yüksekliklerinde yer alan 10′ kadar ufak göl yöredeki aktivite zenginliğini arttırmaktadır. Uzungöl’e yerli ve yabancı gruplar gelerek mevcut tesiste konaklamakta ve güneydeki göllere doğa içinde yürüyüşler yapılmaktadır.